Köy yaşamı demek, (her ne kadar Marks köylü için “Bir çuval patates” benzetmesiyapsa da)yarı komünal yaşam demekti. Yani, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birliklerinin, koşulların el verdiği ölçülerde sürdürüldüğü bir yaşam. Bizde söz konusu köylü yaşamına İMECE denirdi.
1840’li yıllarda Avrupa genelinde insanların %75’i köylerde yaşamaktaydı. Dünya ortalaması ise, %90 civarındaydı. Avrupa’da bilimi ve bilimsel üretim tekniklerini sahiplenen burjuvalar, toprağın ve zanaatın yanı sıra yeni bir üretim biçimi başlatır. Köylerde yaşayan köylüler yavaş yavaş kentlere, kentlerin fabrikalarına çalışmaya gelirler. Yeni üretim ilişkileri içinde işçi statüsü ile anılan geçmişin köylü gençleri, köy yaşamındaki yarı komünal kültürlerini, yani karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birliklerini fabrikalarda da sürdürürler. Birinci kuşak işçi sınıfını teşkil eden bu işçiler, komünal kültürleri gereği adına yardımlaşma sandığı denen sendikalar kurarak örgütlenirler. Hatta ilk sendika kurma girişimini 1834’te İngiltere’de tarım işçileri başlatır.
Marks, komünal kültürle kentlere gelen birinci kuşak işçi sınıfına, devrimin öncülüğünü ve komünizmin kurucu misyonunu yükler. Oysa Marks, birinci kuşak işçi sınıfının zamanla özünden koparılarak komünal değerlerini yavaş yavaş yitirerek sisteme entegre olacağını görmüştü. Zira Marks, henüz birinci kuşak işçi sınıfının dönemi olan 1844’deki el yazmalarında “İnsan, kendi emeğinden, yaşamından, özünden koparılmış durumda” der. Ama, özünden kopan işçi sınıfına hak etmediği bir misyon yükleyerek, ikinci ve daha sonraki kuşak işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerinde giderek komünal özünü de devrimci özünü de tamamen kaybedeceğinin hesabını neden yapmadı bilemiyorum? Ben, bunun için Marks’ın suçlanamayacağını ama diyalektiği rehber edindiğini vazedenleri, yani günümüz Marksistlerini suçluyorum. Zira Marks “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” diyerek ve yeterince antropolojik verilere sahip olmadığından, yani ilerlemeci bir paradigmaya sahip olduğundan, komünal özünü tümden kaybetmeyen birinci kuşak işçi sınıfından devrim beklemekteydi ve Avrupa’daki devrimin Dünya’ya yayılabileceğini sanıyordu.
Marks yine; “Yeni insanın, yani komünal insanlığın yaratılması, kapitalist toplumdan komünist toplumun birinci aşamasına geçişin yaşanacağı dünya-tarihsel toplumsal devrim döneminde gerçekleşir” der. Marks’ın bu saptamasını, zamanının köylülüğünü gerçek anlamda tahlil etmediğinden doğru bulmuyorum. Madem köylü toplumu komünal insanlık kültürüne sahip değil ve “bir çuval patates”, o halde en başından komünal insan olmalarına yönelik örgütlenme sistematiği önermesi gerekirdi. Oysa devrim döneminde komünal insan yapılacaklarını söylüyor. Üstelik o dönemde Avrupa’da bile insanların %85’i köylerde yaşamaktaydı ve “bir çuval patates” değil, komünal değerlere sahiptiler. Nedense ideolojik ve fiili öncülüğü, kapitalist üretim ilişkileri içinde komünal özünü her geçen yitiren işçi sınıfına bırakıyor.
Kısacası, 1844’lerde bile komünal özünden kopuş varsa, ikinci, üçüncü ve daha sonraki kuşaklarda daha da derinleşecek demektir. Günümüzün işçi sınıfının özünün ise, ne durumda olduğu malum ama nedense Marksistler hâlâ işçi sınıfından medet ummaktalar. Sanırım Marks’ın yanılgısı, ilerlemeci paradigmaya sahip olarak, sadece işçi sınıfına misyon yüklemesi ve devrim beklemesiydi.
Neyse ki Aynı Marks, diyalektik düşünerek ve yaşananları gözlemleyerek 1882 yılının Ocak ayında Komünist Manifesto’nun yeni Rusça baskısına yazdığı önsözde;“Rusya’daki ortak toprak mülkiyeti komünist gelişmenin başlangıç noktası olarak işlev görebilir” der ve “Bugün her şey nasıl da çok farklı! Rusya, Avrupa’daki devrimci hareketin öncülüğünü yapıyor. Rus Devrimi, Batı’da bir proletarya devriminin habercisi haline geliyorsa, bu ikili birbirinin tamamlayıcısıdır” der. Çünkü “ikili” dediği Rusya’daki köy komünleri son derece etkili o dönem. Yani “bir çuval patates” değil….
Yazının devamı için; https://ozgurkolektifleragi.com/h-ibrahim-ozkurt-ve-celige-yeniden-su-vermek-icin/