Bu siteyi kullanarak Gizlilik Sözleşmesi ve Bilgi Güvenliği Politikası'nı onaylamış olursunuz.
Kabul Et
Sahi GündemSahi GündemSahi Gündem
Bildiri
Yazı Tipi BoyutlandırıcıAa
  • Yazarlar
  • Siyaset
  • Emek-Çalışma Hayatı
  • Dünya
  • Ekonomi
Okuma: Sarıbal: “Türkiye Tarımda İthalata Mahkûm Hale Getirildi”
Paylaş
Yazı Tipi BoyutlandırıcıAa
Sahi GündemSahi Gündem
  • Yazarlar
  • Siyaset
  • Emek-Çalışma Hayatı
  • Dünya
  • Ekonomi
Ara
  • Yazarlar
  • Siyaset
  • Emek-Çalışma Hayatı
  • Dünya
  • Ekonomi
Mevcut bir hesabınız var mı? Giriş Yap
Bizi Takip Edin
Siyaset

Sarıbal: “Türkiye Tarımda İthalata Mahkûm Hale Getirildi”

CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, hükümetin tarım ve hayvancılık politikalarını sert sözlerle eleştirerek, çiftçinin ithalat politikaları ve artan girdi maliyetleri altında ezildiğini söyledi. Sarıbal, “Bu düzen üreticiyi değil, ithalat lobilerini ödüllendiriyor” dedi; çözüm için kamu girdileri ve güçlü kooperatifçilik önerdi.

Sahi Gündem
Son güncelleme: 28/08/2025 22:05
Sahi Gündem
Yayımlandı 25/08/2025
Paylaş
Paylaş

Türkiye’de tarım ve hayvancılığın içinde bulunduğu kriz, artan girdi maliyetleri ve ithalata bağımlı politikalarla her geçen gün derinleşiyor. Bu tabloyu CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal ile yaptığımız röportajda ele aldık; Sarıbal, hükümetin tarım politikalarını sert sözlerle eleştirirken, çiftçinin yaşadığı ağır ekonomik yükü ve çözüm önerilerini anlattı.

Hükümetin tarım ve hayvancılık politikalarını genel olarak değerlendirirseniz, özetle başlıklar halinde neleri söylemek istersiniz? Türkiye’deki ekonomik dalgalanmaların, artan gübre, yakıt ve tohum gibi girdi maliyetlerinin çiftçiler üzerindeki en büyük yükü nedir?

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle IMF ve Dünya Bankası programları eşliğinde yabancı sermaye girişlerine ve ithalata dayalı bir modele geçilmiş; bu çerçevede dış ticaret liberalize edilmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) de uyguladığı politikalarla 12 Eylül darbesinin ürünü ve sürdürücüsü olduğunu ortaya koymuştur. AKP’nin 22 yıllık iktidarında üretim yerine ithalat teşvik edilmiş; Türkiye tarım ürünleri dış ticaretinde net ithalatçı hale getirilmiştir. İthalata bağımlılık sadece tarım ve gıda ürünleriyle sınırlı değildir. Özellikle kimyasal gübreler, tarım ilaçları ve mazot gibi girdilerde de büyük ölçüde dışa bağımlılık söz konusudur.

1980’li yıllara kadar büyük ölçüde kendini besleyebilen bir ülke olan Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesinden sonra uygulanan neoliberal politikalarla tarımı çökertme sürecinin temelleri atılmıştır. IMF-Dünya Bankası önerileriyle tarıma verilen ürün ve girdi destekleri kaldırılmaya başlanmıştır. Buna karşılık her türlü tarımsal ithalat serbest bırakılmıştır. Bu politikalar günümüzde çok daha vahşi bir şekilde uygulanmaktadır. 

1999 yılından sonra IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar gereği bu politikalar daha da ağırlık kazanmıştır. Tarımdaki tüm fiyat, girdi ve kredi destekleri kaldırılarak, üretimle hiçbir ilişkisi bulunmayan doğrudan gelir desteği (DGD) sistemi getirilmiştir. Bu sistem gerçek üreticilere hiçbir katkı sağlamadığı gibi, daha çok tarımla uğraşmayan arazi sahiplerinin yararına işlemiştir. IMF-Dünya Bankası patentli programlar 2002 yılı sonunda kurulan AKP hükümetleri tarafından tavizsiz bir şekilde yürütülmüştür. AKP’li yıllarda uygulanan emek ve üretim karşıtı, ithalata dayalı yanlış tarım politikalarının yıkıcı sonuçları bu süreçte iyice gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.

Tarımsal girdilerin üretim ve dağıtımını yapan KİT’lerin özelleştirilmesiyle piyasa özel şirketlerin kontrolüne girmiş, böylelikle kamunun fiyat düzenleyici rolü bitirilmiştir. Girdi fiyatlarını tekelci şirketler ve döviz kurundaki değişmeler belirlemekte, dolayısıyla üretim maliyetleri sürekli olarak yükselmektedir. Hububat ve bazı baklagiller dışındaki ürünlerde alım fiyatlarının belirlenmesi şirketlere bırakılmıştır. Özellikle fındık ve tütün piyasalarında hakim olan yabancı şirketler ürün fiyatlarını maliyetlerin altında veya başa baş açıklamaktadırlar.

2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu ile tarıma verilecek desteklerin milli gelirin %1’inden az olamayacağı hükmü getirilmesine karşın verilen destek miktarı %0,5 ve daha altında kalmaya devam etmiştir. Son yıllarda ise önce %0,4’ün altına, 2023 yılında ise %0,21’e kadar gerilemiştir.

Çiftçinin tarlaya tohumu ekmesinden önce açıklanması gereken destekler, hasattan sonra açıklanmış ve gecikmeli olarak ödenmiştir. Örneğin 2023 yılında üretilen tarım ürünlerine verilecek destekler çoğu üründe hasat bittikten sonra açıklanmıştır. Tarıma yapılan nakit desteğin 10 katı fazlasının rantiyeye faiz olarak ödendiği gerçeği gözlerden kaçırılmaktadır. Destekler giderek daha fazla başlık altında ödenerek, çiftçi daha fazla destekleniyor havası yaratılmıştır. Desteklerin yetersiz kalması çiftçilerin banka borçlarını da artırmaktadır.

Sözleşmeli üretim uygulaması devlet tarafından yaygınlaştırılmaktadır. Bu uygulama küçük üreticilerin tarım ve gıda şirketlerine bağımlılığına ve kendi toprağında köle haline gelmelerine yol açmaktadır. Verilen desteklerin düşük ve üretim maliyetlerinin yüksek olmasına rağmen, çiftçilerin ürünlerini değerinde satamamalarından dolayı özellikle küçük üreticiler giderek yoksullaşmakta ve tarımı terk etmektedirler.

***

AKP’nin 22 yıllık iktidarında uyguladığı politikalarla üretmek ithal etmekten daha pahalı hale getirilmiş, stratejik ürünlerde üretim ya düşmüş veya eski seviyesinde kalmıştır. Nüfus artmakta, ancak üretim artmamaktadır. Türkiye tarımda ithalata mahkum hale getirilmiştir.

Tarım sektörünün en büyük yapısal sorunu, girdi temininde dışa bağımlılık ve buna bağlı olarak döviz kuruna endeksli maliyet artışlarıdır. Mazot, gübre, tohum, tarım ilacı gibi temel girdilerde dışa bağımlı olan Türkiye, aynı zamanda doğrudan tarım ürünlerinde de giderek artan bir ithalata mahkûm edilmiştir.

Son bir yılda gübre fiyatları yüzde 41, tohum ve dikim materyali fiyatları yüzde

35,5, yem fiyatları yüzde 34,3, enerji fiyatları ise yüzde 25,7 oranında yükseldi.

Kur artışlarının etkisiyle girdilerdeki fiyat artışları üreticiyi üretimden uzaklaştırırken, yerli üretim desteklenmek yerine uluslararası tarım ve gıda tekellerine kaynak aktarılmaktadır. Türkiye, kendi üreticisine milli gelirin binde ikisi kadar destek verirken, ithalat için milyarlarca dolar harcamaktadır.

Üretici kazanamıyor, tüketici pahalıya tüketiyor. Bu düzen, üretimi değil ithalatı ve aracıları ödüllendiriyor.

Başta gübre olmak üzere artan girdi maliyetlerinin telafi edilmesi ve üreticinin ayakta kalabilmesi için 2025 yılı tarımsal desteklerinin artırılması kaçınılmazdır. Aksi takdirde tarımsal üretimde sürdürülebilirlikten söz etmek mümkün değildir.

Tarımsal üretimde dışa bağımlılığı kırmak için, devletin öncelikle tarım girdilerini (mazot, gübre, ilaç, tohum) üreten kamu sanayisini yeniden kurması gerekiyor. Girdi fiyatları sübvanse edilmeli; üretici, örgütlenerek ürününü doğrudan pazarlayabilmesi için teşvik edilmelidir.

Ayrıca üreticiye verilen doğrudan destekler artırılmalı; tarım ürünlerinde ithalat vergileri kesinlikle düşürülmemelidir. İthalatı teşvik eden her adım, yerli üreticinin iflası anlamına gelir!

Türkiye, çiftçisine sadece 135 milyar TL destek verirken, rantiye sınıfına yılda 2 trilyon TL’nin üzerinde faiz ödemesi yapıyorsa…

Bu sadece bir ekonomik tercih değil, politik bir ihanettir.

Ülkemizde çok ciddi bir yoksullaşma ve enflasyon sorunu yaşıyoruz; gıda enflasyonu halkın en temel beslenme hakkını da ortadan kaldırmış durumda. Sizce gıda fiyatlarındaki enflasyon nereden kaynaklanıyor?

AKP hükümetinin ilk dönemlerinde enflasyonda bir düşüş yaşanırken özellikle Başkanlık sistemi sonrasında enflasyon hızla arttı. 2005-2017 arasındaki 13 yılda yüzde 167 artan enflasyon, son 7 yılda yüzde 788 artış gösterdi. Enflasyon, emekçilerin gelirlerini aşındırarak sermaye sahiplerine kaynak aktaran bir mekanizma. Yüksek enflasyon dönemlerinde en ağır bedeli emekçiler öderken, varlıklı kesimler ve iktidara yakın çevreler servetlerini katladı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek göreve geldikten 1 ay sonra 2023 Temmuz’unda, 2025 enflasyonunun yüzde 15 olacağını açıklamıştı.  Şubat 2025’te tahmin yüzde 24 oldu. Ancak 4 aylık enflasyon yüzde 13,36’ya ulaştı. Türkiye’de yıllık enflasyon yüzde 37,86 ile dünyada enflasyonun en yüksek olduğu 6. ülke konumunda.  Türkiye’de gıda fiyatlarındaki artış oranı yüzde 36,1 seviyesine ulaşırken, bu oran Avrupa ortalamasının çok üzerinde gerçekleşti. Son 7 yılda ilaç ve kira artışları yüzde 1.000’in üzerine çıktı. Tüpgaz, eğitim ve sağlık giderlerindeki artışlar genel enflasyonun üzerinde gerçekleşti.

Gıda maddelerinde arz yetersizliğiyle birlikte talep fazlalığı, buna ek olarak sürekli yükselen gıda fiyatları gıdaya erişimi daha da zor hale getirdi. Türkiye gıda enflasyonunun en yoğun biçimde hissedildiği ülkeler arasında yer aldı. Son 7 yılda gıda fiyatları 11 kat arttı. Patates ve dana eti 14 kat; yumurta, margarin ve kuzu eti 13 kat; meyveler 12 kat; süt, tavuk et, sebze ve makarna 11 kat arttı. Türkiye’de en çok tüketilen gıda maddesi olan ekmekteki fiyat artışı ise 10 kat oldu.Son 7 yılda elektrik ücreti yüzde 538, benzin ücreti yüzde 634, motorin ücreti yüzde 698, doğalgaz ücreti yüzde ise 736 arttı.

2018 Mayıs’ta açlık sınırı bin 686 TL ve yoksulluk sınırı ise 5 bin 833 TL’ydi. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenebilmesi için gereken harcama 26 bin TL’yi yoksulluk sınırı ise 85 bin TL’yi aştı. Türkiye’de 18 milyon 675 bin vatandaş yoksulluk riski ile yaşıyor.Maaş artışları enflasyon gerisinde kaldı. Alım gücü yok oldu, temel ihtiyaçlar bile lüks. Yani bu ülkede çalışan da aç, emekli de aç, aileler zaten perişan. Saray’da ise her şey tastamam. Şatafat yerinde, israf tam gaz.Bugün bir asgari ücretli, 2018’e kıyasla 130 ekmek daha az alabiliyor. Türkiye ayrıca OECD üyesi ülkeler arasında milli gelirine oranla sosyal harcamalara en az kaynak ayıran ikinci ülke. Ancak 2018 yılında sosyal yardım alan hane sayısı da 3,5 milyondan 2024 yılında 4,6 milyona yükseldi.

2018’de “Yeni Ekonomi Modeli” adıyla başlatılan rejim ekonomisi, Türkiye’yi derin bir ekonomik uçuruma sürükledi. Erdoğan 17 Kasım 2021’de ‘Faiz sebep, enflasyon neticedir. Bu görevde olduğum sürece faizle ve enflasyonla mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim. Bu konuda nas ortada, nas ortada olduğuna göre sana bana ne oluyor?’ dedikten sonra faizler düşürülmeye başlandı. Ancak enflasyon düşmek yerine ortalığı kasıp kavurdu. Bu nedenle 2023 Haziran’ından başlayarak politika faizi her ay artırıldı. Hazinenin iç ve dış borçları, mayıs ayında 134 milyar lira daha artarak 11 trilyon 64 milyar liraya kadar çıktı. 2018 yılında faiz giderleri 71 milyar 700 milyon TL iken 2024 yılı 1 trilyon 270 milyar TL olarak gerçekleşti. 2025 yılının ilk beş ayında merkezi yönetim bütçesinden 4 trilyon 6 milyar lira vergi toplandı. 650,3 milyar TL bütçe açığı verildi. 835,7 milyar TL yalnızca faiz ödemelerine gitti. Hazinenin 2025’te topladığı gelir vergisinin 469 milyar TL’si işçilerin sırtından kesilirken, şirketlerden alınan kurumlar vergisi sadece 23.7 milyar TL’de kaldı. İşçi, patronun 20 katı vergi ödüyor.

Zeytinlik Yasası ile Maden Kanunu arasındaki çatışmalar, zeytin üreticisinin ekonomik geleceğini nasıl belirsizleştiriyor? Bu yasal karmaşa çiftçiler için ne gibi ekonomik riskler yaratıyor? Madencilik, zeytinlikler ve çevre koruma arasındaki yasal çelişkiler tarım arazilerinin değeri ve tarımsal üretim planlaması üzerinde nasıl olumsuz bir etki yaratıyor?

Tarih boyunca sömürgeciliğin en etkili araçlarından biri, doğal kaynakların talanı oldu. Bugün “sürdürülebilirlik”, “yeşil enerji”, “stratejik maden” gibi makyajlı kavramlarla aynı yöntem uygulanıyor.  Yalnızca Bayrağı değişiyor, niyeti değişmiyor. Kapitalizm kendini yeniden üretmek için doğayı metalaştırmak zorundadır. Bu yasa, doğanın bütün varlıklarını orman, mera, zeytinlik ne varsa, meta haline getirmenin kılıfıdır.

Bu yasa SÖMÜRÜ MANİFESTOSUDUR. Bugün tüm itirazlara rağmen getirilen bu yasa, ne yazık ki doğanın, ormanın, suyun, toprağın piyasa uğruna kurban edilmesinin yasasıdır.

Adına “yenilenebilir enerji, stratejik maden” dediğiniz yasa, kapitalist enerji tekellerine doğrudan ülke kaynaklarını tahsis etme planıdır. Ön lisans almış ama daha yatırım kararı bile vermemiş şirketlere ormanları sunmak; doğayı teminat olarak ipotek etmektir. Bu anlayış yabancı değil. Bu zihniyet, tarihte madeni için Afrika’nın, petrolü için Ortadoğu’nun, şeker kamışı için Latin Amerika’nın doğasını talan eden sömürgeci aklın aynısıdır. Şimdi aynı düzen, “stratejik yatırım” makyajla, “temiz enerji” maskesiyle karşımızda.

20. yüzyıl boyunca Amazonlar’da, “kalkınma” adı altında milyonlarca hektar orman yok edildi. Şirketler oraya yol, baraj ve maden götürdü; karşılığında yerli halkı yerinden etti, biyoçeşitliliği yok etti, yağmur ormanlarını yok etti. Bugün siz de “enerji getiriyoruz” diyerek ormanların altını oyacaksınız maden çıkaracaksınız, üzerine santral, nakil hattı, yol inşa edeceksiniz.

Gana’dan Kongo’ya, “altın, kobalt, elmas” için ormanlar yakıldı, köyler boşaltıldı. Bugün Kongo’da çocuklar bataryalar için kobalt çıkarıyor. Batı’ya “yeşil enerji”, Kongo’ya çocuk işçi düşüyor.

Ülkemizin dört bir yanında yanan ormanlar…Ne kadar da tanıdık, ne kadar da ironik değil mi? Bu, küresel şirketlerin talebi doğrultusunda, yer altı kaynaklarımızın ucuz iş gücü ve işlevsiz çevre denetimleri sayesinde çıkarılmasını sağlayacak bir sistemdir.

Kamu hukukunu bypass eden bir enerji oligarşisi yaratılmak istenmektedir. Bu nedir biliyor musunuz? Bu, kamunun değil, özel şirketlerin çıkarını merkeze koyan, ekosistemi metalaştıran vahşi kapitalizmin ta kendisidir.

Anayasa’nın 56. maddesi ne diyor? “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” Peki bu yasa ne diyor? “ÇED’i geç, üretim olmasa da ağaç kes. Köylüyü yerinden et, ne var ne yok şirketlere ver”

Bir kuşun göç yoluna santral kurarsanız, bir ağacın gövdesine kazma vurursanız, bir derenin yatağını betonla örterseniz; yalnızca doğayı öldürmezsiniz.

Bu düzenleme kapitalizmin topyekun yaşamımıza, geleceğimize karşı yürüttüğü yeni tip sömürgeciliğin bir parçasıdır. En büyük vatan hainliğidir. Biz bu sömürgeciliğe, bu yağmaya, bu sahte “enerji” propagandasına karşıyız. Bu yasa kalkınma değil, talandır. Sermaye tahsisidir. Biz bu yeni sömürgeciliği tanıyoruz. Bu maskeli yağmanın karşısındayız.

Seyfe Gölü çevresindeki bir altın madeni projesinin olası etkileri, bölgedeki çiftçilerin ekonomik ve sosyal yaşamını nasıl tehdit ediyor? Bu durum tarımsal üretimi ve su kaynaklarını nasıl etkiler? Sizce hem madencilikten ekonomik fayda sağlamak hem de çiftçilerin sürdürülebilir bir gelir elde etmesini güvence altına almak için nasıl bir denge politikası izlenmeli?

Bugün Anadolu’nun her köşesinde aynı tabloyla karşılaşıyoruz: Bir avuç şirketin kârı için suyumuz, toprağımız ve geleceğimiz gözden çıkarılıyor. Göle yapılacak en küçük müdahale bile su dengesini bozacak, gölü kurutacaktır. Seyfe Gölü gibi Ramsar sözleşmesiyle koruma altında olan bir alanda, tarımı ve ekosistemi yok sayan hiçbir proje meşru değildir. Eğer gerçekten kamu yararı düşünülüyorsa; önce gölü ve suyu koruyacaksınız, sonra tarımı destekleyeceksiniz.

Ülkemizde bir zamanlar çok konuşulan kooperatifleşme politikaları artık hiç konuşulmaz oldu. Bugünkü koşullar altında tarım ve hayvancılıkta nasıl bir kooperatifçilik politikası izlenmelidir?

Türkiye’de tarım ve hayvancılık tekellerin, ithalat lobilerinin ve rant politikalarının kıskacına sıkışmış durumda. Çiftçinin ve üreticinin ayakta kalabilmesinin, emeğinin karşılığını alabilmesinin tek yolu güçlü, demokratik, şeffaf ve üreticiden yana kooperatifçilik politikalarıdır. Kooperatiflerin masa başında değil, üreticinin alın teriyle, ortak akılla kurulması gerekir. Yöneticiler, üreticilerin doğrudan seçtiği ve her zaman denetleyebildiği yapılar olmalı. Kooperatif, üyelerinin değil, bir grubun çıkarını savunmaya başlarsa orada üretici kaybeder. Çiftçi yalnızca tarlada ya da ahırda üreten kişi olmamalı. Kooperatif, üretimden başlayıp depolama, işleme, paketleme ve pazarlamaya kadar tüm zinciri kontrol etmeli. Bu sayede hem aracılar ortadan kalkar hem de üretici alın terinin gerçek karşılığını alır. Devletin görevi kooperatifçiliği desteklemek, teşvik ve finansman sağlamak, ucuz kredi vermek, pazarlama desteği sunmaktır. Ama asla kooperatiflerin siyasal iktidarın arka bahçesi olmasına izin vermemek gerekir. Kooperatifler, iktidarın değil üreticinin kurumu olmalı.

Ayrıca Şunları da Beğenebilirsiniz

Muhittin Böcek’ten Rüşvet Suçlamalarına Savcılıkta Net Yanıt

CHP’li Şile Belediye Başkanı Görevden Uzaklaştırıldı: Tutuklu Başkan Sayısı 18’e Yükseldi

DEM Parti Heyeti, İmralı’da Öcalan’la Görüştü: Erdoğan Ziyareti Yarın!

Eğitimde Proje Okulları Krizi: Tepkiler Büyüyor

Türkiye’ de Sağlık Harcamalarının Görünümü ve Sorunlar

ETİKETLENDİ:chpekonomihayvancılıkithalatOrhan Sarıbaltarım
Bu Yazıyı Paylaşın
Facebook Whatsapp Whatsapp
Bir Yorum Bırak

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HABERLER

Küresel Huzur Endeksi 2025: İzlanda Zirvede, Türkiye 146. Sırada, İsrail Dipte

Sahi Gündem
Sahi Gündem
02/09/2025
Dünya, Barış Gününde Çatışmaların Gölgesinde
Sanayi Devriminden Süper Zekâ Çağına: İnsanlığın Yeni Kırılması
Türkiye’de Bireysel Silahlanma 40 Milyona Yaklaştı: Cezaların Caydırıcılığı Yeniden Tartışılıyor
TBMM Önünde “Beyaz Toros”unu Yaktı: Gözaltına Alındı
Önceki Sonraki

BİZİ TAKİP EDİN

FacebookBeğeni
XTakip
InstagramTakip
YoutubeAbone

YAZARLAR

Mehmet Bekaroğlu
Yıldırım Kaya
Mehtap Yücel
Zeki Kılıçaslan
Yıldırım Öztürk

Kategoriler

  • Yazarlar
  • Haber
  • Siyaset
  • Emek/Sendika
  • Dünya
  • Ekonomi

SAHİ

2025 © Her Hakkı Mahfuzdur.

Bize Yazın

Herhangi bir konu hakkında bize yazabilirsiniz.

bilgi@sahigundem.com

© Sahi Gündem. Tüm Hakları Saklıdır.
Tekrar Hoşgeldin!

Hesabınıza giriş yapın

Kullanıcı Adı veya E-posta
Şifre

Şifreni mi unuttun?